Eğitim Felsefe İlişkisi

Eğitimin ilişkili olduğu temel alanlardan biri de felsefedir. Felsefe, eğitimi yol-yöntem, varlık, değer, amaç, araç, bilgi ve nitelik gibi hususlar temelinde sorgular. Yanı sıra eğitime dair temel politika ve stratejilerin geliştirilmesinde de felsefenin belirleyici bir rolü var. Eğitim ve felsefe kavram, kuram, kapsam ve amaç bakımından da ilintili alanlardır. Örneğin varlık, bilgi, anlam, etik ve estetik gibi hususlar felsefenin temel konuları olduğu gibi eğitimi de temelden ilgilendiren alanlardır.
Eğitim felsefe ilişkisini, eğitim bilimleri ( pedagojik yaklaşım ) ve eğitim felsefesi bağlamında ele almak konuyu anlaşılır kılmamız bakımından yararlı olacaktır. Yanı sıra, eğitim felsefe ilişkisi kapsamında bilim felsefe ilişkisine yönelikte önemli bazı hususlara dikkat çekmemiz faydalı olacaktır. Bu kapsamda daha çok bilim çevrelerinin eğitim felsefesi vb. disiplinler üzerinden felsefeye yaklaşımını, dahası felsefeye yönelik kasıtlı-negatif tutumunu kimi noktalar üzerinden ortaya koymaya çalışacağız. Yanısıra, doğa ve toplumda ağır tahribatlara yol açması, modern çağın insanı ve eğitim sistemine belirleyici etkisi dolayısıyla kimi noktalarda aydınlanmacı paradigmayı ele almaya çalışacağız. Son olarak mevcut eğitim sisteminin felsefi temelde sorgulamasını yaparak nasıl bir eğitim sorununa yanıt geliştirmeye çalışacağız.
Eğitim faaliyetini felsefi açıdan inceleyen alan eğitim felsefesidir. Eğitim felsefe ilişkiside eğitim felsefesi kapsamında ele alınır. Eğitim felsefesini genel felsefenin bir dalı-alanı olarak gören yaklaşımlar olduğu gibi hukuk, siyaset, bilim, eğitim felsefesi vb. alanlardan hareketle felsefeyi disiplinleştirmeye, dahası bilimleştirmeye çalışan yaygın bir yaklaşıma da rastlamaktayız. Örtük ya da açık biçimde gelişmekte olan ikinci yaklaşım, felsefi yöntemin temel yapısı ve niteliklerini aşındırmaktadır. Söz konusu yaklaşım, felsefeyi temel işlev ve özelliklerinden uzaklaştırmaktadır. Temelde ise felsefeyi felsefe yapan, dahası felsefeyi bilimden ayıran bütünlüklü bakışa dayalı yaklaşımına zarar vermektedir. Bu tarz yaklaşımlar en çok da başta varlık olmak üzere, felsefenin toplumsal düzen ve ilişkiyi sorgulayan, anlam üreten, daha da önemlisi ulaştığı anlamlar üzerinden hayatı kurgulayan yapısını ortadan kaldırmaya çalışmaktadır.
Doğru bilgiye dahası gerçekliğin bilgisine yalnızca bilim yoluyla ulaşılabileceğini varsayan bu hâkim bilimci yaklaşım, mutlak bilgiye diğer bir ifadeyle kesinliğe odaklanmıştır. Deyim yerindeyse bilgi yapısı ve yasacı tutumuyla adeta günümüz toplumunda modern bir din ve tanrısallık inşa etmiştir. Bu hakim modern inanış, tümelden çok tikele, nitelikten çok niceliğe, anlamdan çok bilgiye, bütünsel kavrayış ve bilinçten çok parçalı bilme biçimlerine ve yaratmış olduğu sayısız uzmanlık alanlarına dayanmaktadır. Dinle karşıtlığı çokça işlenen bu bilimci yaklaşım dinden çok çelişkiden dahası daimi sorgulamayı baz alan bütüncül felsefi düşünceden ürkmektedir. Diğer bir ifadeyle modern din haline gelen bilimsel inanış kendisiyle çelişen, şüphe duyan, sorgulayan, yorumlayan yani hükümranlığını sarsabilecek her türlü felsefi, bilimsel ve sanatsal düşünceyi kendi varlığına yönelik büyük bir tehlike olarak görmektedir. Söz konusu yaklaşım, öyle çokça işlendiği üzere din karşıtı falan değildir ki bilgi sistemi ve kanuncu yaklaşımıyla bizatihi dinin yerini almıştır. Dinin de din ve felsefe gibi anlam üretmeyen, toplumsal yaşam ve ilişkilere dair perspektif öngörmeyen güç ve iktidar için sadece bilgi üreten araçsal bir bilimle derin bir çelişkisi-karşıtlığı yoktur. Dinin esas çelişkisi bilimle değil, toplumsal yaşama dair perspektif sunan, anlam üreten felsefeyledir. Kesin bilgiden hareket eden dinsel ve bilimsel yöntemin ürktüğü düşünme yöntemi, kesin olana karşı şüpheyi, çelişki ve sorgulamayı daimi kılan felsefi yöntemledir. Ki tarihten günümüze gerek devletçi iktidarcı sistem gerekse kendilerine hizmet eden hakim düşünce sistemleri daima kesin bilgiye dayanmışlardır. Kesin-değişmez bilgi ve bilme biçimleri sürekliliğe tekabül eder. Şüphe, kesin bilgi ve hakim bilme biçimlerini yıkabileceği gibi ona dayalı varlık bulan iktidarların sürekliliğine de son verebilir. Ki bu durum, günümüzün dinsel ve bilimsel bilgi biçimlerine dayalı varlık sürdüren bilimci ve dinci iktidarlar açısından da geçerlidir. Din ve bilim adına şüpheci-sorgulayıcı düşünceye, dahası felsefi yönteme dönük düşmanlıklarının temelinde bu gerçeklik yatmaktadır. Kimi düşünür ve filozoflar düşüncenin gelişiminde şüphenin, şüpheci düşüncenin oynadığı rolü, yerleşik kentli olmayan ‘barbar’ toplumların yerleşik kentli-devletli uygarlık toplumlarına yönelik yıkıcı ve dönüştürücü saldırılarına benzetirler. Yerleşiklik kesinliğe-sürekliliğe tekabül ederken, ki ‘’iktidarlıların arzuladığı budur’’ şüphe ve çelişki hakim ve sürekli olana karşı kesikliği, yıkıcı ve dönüştürücü olana tekabül eder. O yüzdendir ki gerek dinci gerekse bilimci inanışın sahipleri daima şüpheyi şeytani bir eylem ve sapma olarak lanse etmiş ve düşmanlaştırmışlardır. Ataerkil-devletçi sistemin gözünde kadın, şeytan ve şüphe potansiyel sapkınlığa sahip olan ardışık ya da yapışık kardeş üçüz gibidirler. Bu yüzdendir ki kapitalist modernist sistemin ideolojik aygıtı biçiminde iş gören hâkim bilim ve bilimciler, felsefeye bilimle örtüştüğü, benzeştiği ya da bilime hizmet ettiği ölçüde yer vermektedir. Felsefeyi, bilimin kesinliğe ve yasacılığa dayalı varlığına yönelik bir tehdit olarak gören bilimci (pozitivist) anlayış, bu tarz yaklaşımlarıyla felsefi düşünceyi etkisizleştirmek, gözden düşürmek, en iyi haliyle yardımcı bir bilime dönüştürerek bilimin güdümüne almak istemektedir. Oysaki her şeyin bilimselleştirilmeye çalışıldığı, bilimin ise sayısız disiplin ve uzmanlık alanları üzerinden, toplum ve doğa karşıtı ideolojik bir araca dönüştürüldüğü çağımızda felsefenin değil, aksine bilimin felsefeye dönüş yapması hayati önemdedir. Yanı sıra, bilim insanları ve kurumlarının kendilerini devletçi kapitalist sistemin hizmetinde bilgi ve iktidar üreten ideolojik bir güç ve araç olma konumdan çıkarmaları, doğa ve toplumla anlamlı-uyumlu bir bilimsel, sanatsal ve felsefi yaklaşıma kavuşturmaları gerekiyor.
Bilim-felsefe ilişkisi, dahası çelişkisi, hayatın her alanında olduğu üzere, eğitime yaklaşımda da kendisini göstermektedir. Eğitimi konu edinen felsefi ve bilimsel yaklaşımlar bağlamında konuya yaklaşıldığında bu gerçeklik çok bariz biçimde ortaya çıkmaktadır. Eğitimle ilişkisi bağlamında felsefi yaklaşım eğitim felsefesi yoluyla konuyu ele alırken, bilimsel yöntem pedagojik yaklaşım üzerinden eğitimi ele almaktadır. Eğitim faaliyeti bağlamında söz konusu yaklaşımları temel bazı karşılaştırmalar üzerinden ortaya koymamız meramımızı anlatmak bakımından yararlı olacaktır.
Felsefe ya da eğitim felsefesi, eğitimi daha çok yol, yöntem, amaç, araç, bilgi, değer, nitelik, etik ve estetik gibi alanlar kapsamında incelemektedir. Eğitimi felsefi temelde sorgulamaya tabi tutmaktadır. Buna karşılık, eğitim bilimleri ise eğitim olgusunu daha çok pedagojik esaslara dayalı olarak inceler. Felsefi yaklaşım eğitimde yöntem, bilgi, nitelik, amaç ve anlam gibi konulara odaklanırken, pedagojik (bilimci) yaklaşım daha çok bilgiyi işleme, ölçme, değerlendirme, programlama vb belirli tekniklere yoğunlaşır. Görüldüğü üzere, felsefe eğitime esas üzerinden yaklaşırken, pedagojik yaklaşım eğitimin veriş şekli, usul ve tekniklerine yoğunlaşır. Felsefi yaklaşımda anlam, amaç, değer vb yaklaşımlar esas iken pedagojik yaklaşımda usul, teknik, sonuç dahası pratik yarar esastır. Bilim ve felsefe bağlamında eğitime dair gelişen bu yaklaşımlar salt eğitim faaliyetiyle sınırlı bir yaklaşım değildir. Bu durum sözkonusu yöntemlerin temel özelliklerini, olay ve olgulara yönelik temel yaklaşımlarını da ortaya koymaktadır.
Eğitim felsefesi bağlamında öne çıkan bazı sorunlu yaklaşımlara dikkat çekmemiz eğitim felsefe ilişkisini daha iyi ve doğru temellendirmemiz bakımından yararlı olacaktır.
Disiplin olarak eğitim felsefesi, eğitimi ağırlıkta belli başlı felsefi ve ideolojik görüşler üzerinden ele almaktadır. Felsefi sorgulamayı da sözkonusu düşünceler üzerinden yapmaktadır. Eğitim felsefesi bu yaklaşımıyla felsefeden çok, belirlenmiş-sabit tasnifçi bir bilimsel disiplini andırmaktadır. Oysaki felsefe, belirli bilgi ve sabit felsefi görüşlerden ibaret değildir. Yöntem olarak felsefe, bütüncül bakışa ve daimi sorgulamaya dayanan, anbean anlam üreten, bir özgür düşünme ve yorumlama sanatıdır. Bu özelliği dolayısıyla gerek genel olarak felsefe gerek ise felsefenin temel bir dalı olarak eğitim felsefi sabit, değişmez görüşlerin, ölü bilgilerin aktarılması değil, bahsettiğimiz üzere bütüncül, eleştirel ve sorgulayıcı bu düşünme sanatının tarih ve güncellik bağlamında her an daha doğru bir ifadeyle gerçekleşmesidir. Daha da önemlisi felsefe, doğa ve insana dair ulaştığı anlamlar yoluyla en doğru, en iyi ve de en güzele varmak üzere güncellik bağlamında toplumsal hayatın yeniden kurgulanmasıdır. Felsefeyi bilimden ayıran en belirleyici yanı da bütüncül bakışa, anlam ve kurgulamaya dayalı bu özelliğidir. Mevcut yöntemsel bilim bilgi üretir, bize bilgi verebilir, ancak anlam üretmez. Bilgiye ulaşmamızı sağlar belki ama nasıl bir yaşam sorusuna dair bizlere anlamlı bir cevap ya da perspektif sunmaz. Buna mukabil, felsefe daha doğru, daha iyi ve daha güzele dair anlam ve bilinç üretir. Bu temelde bizlere daha iyi, doğru, güzel ve adil bir yaşama dair perspektif sunar. Bu bakımdan felsefi etkinlik belirli felsefi düşüncelerle sınırlandırılamaz. Daimi biçimde varlığa, toplumsal yaşama ve insanın varlığa dair algı ve düşüncelerini sorgulamak üzere yeni bilgi ve anlamlara ulaştırır bizleri. Bu özelliklerini yitirmesi halinde felsefe, en temel felsefi niteliklerini de kaybetmiş olur. Bu niteliklerini yitirmesi durumunda felsefi etkinlik bilimciliğin güdümüne girebileceği gibi, belli düşünce kalıplarından hareket eden, verimsiz ve dogmatik bir etkinliğe dönüşecektir. Bu temelde belli disiplinlere ayrılan felsefi yaklaşımların bütüncül, sorgulayıcı yaklaşımdan kopma gibi bir risk ile karşı karşıya olduğuna dikkat çekmemiz hayati önemdedir. Tüm bunlara karşılık, gerek eğitim gerek ise diğer tüm yaşam ve uğraş alanlarımızın her durumda bütüncül felsefi sorgulamadan geçmesi-geçirilmesi oldukça önemlidir. Anlam, amaç ve değer gibi, insanı insan yapan niteliklerden kopmuş olan, sadece bilgi odaklı çalışan mevcut yöntemsel bilimin yıkıcı yapısını aşmamızın başkada bir yolu görülmemektedir. Toplum ve doğada yol açtığı tahribatları onarmanın, mümkünse önüne geçmenin yolu çokça başvurulduğu üzere yöntem-bilimsel inancı daha da yaygınlaştırmak ya da hayatın her yönüyle bilimselleştirilmesi değildir, başta yöntem-bilimin kendisi olmak üzere, bir bütün olarak zihni alanın felsefeye dönüş yapmasıdır. Doğa ve insanda yarattığı ağır yıkımı aşmak kadar, nasıl bir hayat ve insan sorusu da bütüncül felsefi yaklaşım ve sorgulama yoluyla yanıt bulabilir ancak.
Doğa ve insanlık olarak toplumsal tarihin belki de en ağır ve krizli döneminden geçmekteyiz. Eşi görülmemiş bir ekolojik yıkım ve toplumsal dağılma ile karşı karşıyayız. Sorun yaşamayan, tahribata uğramayan, krize dönüşmeyen tek bir doğal ve toplumsal yaşam alanı kalmamış gibidir. Yaşanmakta olan tüm doğal ve toplumsal sorunların temelinde ise ağır bir zihniyet sorunu ve krizi yatmaktadır. Ki toplumsal krizlerin varlığı- boyutları, derin ve ağır bir zihniyet krizinin varlığına işaret eder. Toplum ve sistem olarak zihniyet alanında yaşadığımız bu kriz ise özünde bir bilgi krizidir. Bilgi krizi bilginin azlığı ya da çokluğuyla ilgili bir olay değildir ki insanlık tarihi boyunca bilginin en yoğun üretildiği zamanları yaşamaktayız. Öyle ki, tahrip edilmemiş, bilgi nesnesi haline getirilmemiş tek bir doğa ve toplumsal yaşam alanı kalmamış gibidir. Bu bağlamda sayısız uzmanlık alanı oluşturulmuştur. İnsanlık tarihinin belki de hiçbir döneminde görülmemiş düzeyde, bir bilgi ve teknolojik gelişme söz konusudur. Bunca gelişmeye karşılık toplum, doğa ve sistem bağlamında eşi görülmemiş bir toplumsal kriz, kaos ve bunalımı yaşamaktayız. Peki bunca bilim, bilgi ve teknolojik gelişmeye karşılık, insan ve doğanın uğradığı bu ağır yıkımı nasıl ve neyle izah edeceğiz? Açık ki doğa ve insanlık olarak, çok ciddi bir zihniyet sorunu ve bunalımıyla karşı karşıyayız. Bu zihniyet krizinin temelinde ise kapitalist modernist sistem eliyle dünyamıza hükmeden ve şekillendirmek adına zihni alanlarımızı tahrip eden pozitif bilim yöntemi ve onun bilgi yapısı yatmaktadır. Dahası bir bütün olarak zihniyet alanında bu büyük toplumsal çöküş ve bunalımın temelinde akılcılık, bilimcilik, bireycilik, evrenselcilik, ilerlemecilik, liberalizm, hümanizma, sekülerizm vb. unsurlara dayanan aydınlanma düşüncesi-paradigması yatmaktadır. Modern aydınlanmacı paradigma ise, akılcı ve deneyci bilimin gelişmesine ön ayak olmuş olan 17 yy. düşünürlerinin fikirlerine dayanmaktadır. Rene Descartes, firancis Bacon, BaruchSpinoza gibi filozof ve düşünürler, Aristo ve Eflatun’un fikirlerine ciddi eleştiriler getirerek modern bilimin felsefi temellerini atmışlardır. Özellikle de Dekart ve Bacon’un bilimsel yöntem ve bilimsel bilgi kuramı bağlamında yürüttükleri çalışmalar, aydınlanma düşüncesine de temel teşkil edecek olan, akılcı ve deneyci bilimin gelişmesinin yolunu açmışlardır. Aydınlanma düşüncesinin temellerini atmakla birlikte bilimin felsefeden kopuşuna yol açan da yine bilimsel yöntemin inşası bağlamında açığa çıkan bu gelişmelerdir. Gerek aydınlanma düşüncesinin gelişmesine, gerekse akıl ve deney temelli bilimsel ve felsefi gelişmelere derinden etki eden temel bir hususta, doğa ve insana dair gelişen makine dünya ve evren görüşüdür. Bacon ve Dekart’ın öncülük ettiği bu dünya görüşü başta bilimsel, felsefi ve sanatsal alanlar olmak üzere, günümüze dek süregelen tüm zihni-düşünsel alanlarımızı derinden etkilemiştir. Dekart’ın öncülüğünü yaptığı genelde Kartezyen düşünce olarak da bilinen anlayış aydınlanmacı paradigmaya temel teşkil etmiştir. Dekart, keskin ruh-beden ayrımı üzerinden, yeni dönemin algı ve zihniyet biçimini temellendirmiştir. Beden karşıtı bir ruh ve düşünceyi inşa ederek bedeni nesneleştirmiştir. Beden ya da varlığı makine düzenine indirgemesi, dahası doğa ve toplumu nesneleştirerek düşüncenin sınırsız eylemlerine açması, varlık-değer, varlık bilgi ve bilgi-değer ilişkisinde tarihsel bir kırılmaya yol açmıştır. Varlığın nesnelleştirilmesiyle birlikte varlık-değer ikilimi adeta ortadan kaldırılmıştır. Kutsanan düşünce (özne) yoluyla makineye indirgenen dahası nesneleştirilen varlığa (bedene) karşı adeta acımasız ve kuralsız bir savaş açılmıştır. Varlığı (bedeni) zapt etmek, ona hükmetmek, nihayetinde kar ve iktidar uğruna meta konumuna getirmek, Dekart ve Francis Bacon’un öncülüğü ile gelişen ‘’özne nesne ayrımına dayanan’’ düşünce yapısı yoluyla gerçekleşmiştir. Bu durum, sadece beden ya da genel manada varlığı hedef almamıştır. Bununla birlikte, toplum ve insanın anlam, his ve duygu yönünü de yenmeyi, mümkünse yok etmeyi amaçlamıştır. Varlık değer ilişkisinde yaşanan kırılmanın bir başka örneği de bilgi ile değer arasında yaşanan kopuş ya da kırılmadır.
Bilimsellik, nesnellik, tarafsızlık adı altında, bilim toplumun değer ve anlam dünyasından koparılmış, kapitalist modernist sistemin hizmetinde bilgi üreten bir ideolojik araca dönüştürülmüştür. Bilgi-değer ve bilgi-anlam ilişkisi tam anlamıyla ortadan kaldırılmıştır. Bilimin belirli kurallara yani yönteme bağlanması, dahası felsefi bütünlükten kopartılması bilimin araçsallaştırılmasına yol açmıştır. Yöntem adına, belki de ihanetin en büyüğü bilimin kendisine yapılmıştır ki bazı bilim felsefecileri yöntem adına bilime yapılan bu büyük ihanete ısrarla dikkat çekmektedirler. Niye, neden gibi sorular bilimi ilgilendirmez, bu tarz sorular rahipleri, filozofları ilgilendirir, bilim sadece nasıllarla ilgilenir gibi söylemler bilimin, dahası bilimsel bilginin anlamdan, değerden ve bütünsel bilinçten kopuşunun da açık ilanı olmuştur. Bu durum, bilimin ve aklın mutlak suretle araçsallaşmasına yol açmıştır. Bilimin-aklın araçsallaşması, belirli amaçlar doğrultusunda kullanılmasını, dahası güç ve iktidar tekellerine hizmet eden ideolojik bir araca dönüşmesini de ifade ediyor.
Başta Marksist teori olmak üzere, anarşist, feminist, sosyal demokrasiciler, ekolojistler vb. gibi sistem karşıtı hareketler, onca emek ve değerli mücadelelerine karşılık, aydınlanma düşüncesinin esasları ve etkisinden kurtulmayı başaramamışlardır. Başta Frankfurt okulunun kurucu öncü isimleri olmak üzere birçok düşünür, filozof ve sosyolog, yine başta Marksizm olmak üzere sistem karşıtı hareketleri aydınlanmacı paradigmanın esaslarından kopamamaları ve sözkonusu paradigmadan hareket etmeleri dolayısıyla eleştirmektedir. Kapitalist modernite ve aydınlanma düşüncesi bağlamında Marksist teori başta olmak üzere söz konusu hareketleri, tarihsel ve güncel boyutlarıyla en kapsamlı biçimde çözümleyen, eleştiren demokratik modernite kuramı üzerinden çözüm yolları ve öneriler sunan kişi ise, on yıllardır kapitalist modernist sistemin eliyle İmralı Adasında rehin tutulan Önderliğimiz Sayın Abdullah Öcalan olmuştur.
Onca bilgi ve teknolojik gelişmeye karşılık anlam, değer ve bilinç bakımından günümüz insanını büyük bir anlamsızlık ve değersizlik hissi sarmıştır. İnsan ve doğaya yaşatılan bu yıkım ve anlam yitiminin müsebbibi ve yaratıcısı bilim, bilgi, akıl vb kutsalları ile aydınlanmacı paradigmadır. Aydınlanma düşüncesinin tüm bu kutsalları ile zihni bağlamda en çok etkilediği ve yıkıma uğrattığı alan zihni şekillenmenin sistematik olarak geliştirildiği eğitim alanıdır. Başta üniversite ve akademiler olmak üzere tüm değerleri ile aydınlanma düşüncesinin etkilemediği, kutsallarını hakim kılmadığı eğitim ve öğretim kurumu yok gibidir. İşin en vahim ve yanıltıcı yanı ise aydınlanma düşüncesinin yol açtığı onca yıkım ve ahlaki çöküşün yine aydınlanmanın değerleri ve bilgi yapısına sarılarak aşılmaya ve onarılmaya çalışılmasıdır. Eğitim felsefesi bağlamında esasicilik, daimicilik, ilerlemecilik ve yeniden kurmacılık biçiminde isimlendirilen, teorik ve fesfefik çerçeveye oturtulan eğitim felsefeleri de, tüm farklılıklarına ve eğitim alanında yaşanan bu ağır krizi aşma çabalarına karşılık aydınlanmacı paradigmanın ağır etkisi altındadırlar. Buna karşılık Marksist, liberal, dinsel vb ideolojik yaklaşımlar üzerinden gelişen çabalar da çözüm olamamakta dahası sözkonusu paradigmanın dışına çıkamamaktadırlar. Bilimsel ve felsefi temelde gelişen pedagojik yaklaşımlar ise aydınlanma düşüncesinin etkisinden kurtulamamakta, sistem içi bir iyileştirme çabasından öteye gidememektedir. Peki, mevcut hal-durum böyleyken ne yapmalı? Nereden başlamalı? Ve daha da önemlisi nasıl yapmalı? Kuşkusuz bu ağır toplumsal ve ekolojik çöküşü ve ona yol açan zihniyet yapısını aşmak hiçte kolay değildir. Kapitalist modernist sistem ve paralelinde gelişen aydınlanma düşüncesi güç ve iktidar temelinde aklı ve bilimi araçsallaştırdığı gibi eğitimi de güdümüne alarak gerçek amacından saptırmış ve araçsallaştırmıştır. Alternatif iddiasına sahip kurumlar dahil mevcut eğitim sistemi araçsal akıl ve bilimin ağır etkisi altındadırlar. Alternatif okullar bağlamında değerli küçük çaplı çabalar olsa da durum böyledir. Amacından sapmış-saptırılmış bir eğitim algısı ve pratiği ile karşı karşıyayız. Eğitim; çağa uydurmanın, güç olmanın, doğa ve toplum üzerinde daha fazla hakimiyet kurmanın en temel-stratejik aracı olarak görülmektedir. Bu bağlamda sistem karşıtlığına soyunan devrimci, demokratik, toplumcu, ekolojik ve kadın özgürlüğünü baz alan çeşitli hareketler de eğitime yönelik bu hakim anlayıştan kurtulamamaktadır. Bir diğer ifadeyle doğa, toplum ve kadın karşıtlığı temelinde kurgulanan bu yıkıcı-tahripkar yarışa kendilerini kaptırmaktan alıkoyamamaktadırlar. Aydınlanmacı paradigmanın akılcı, bilimci, ilerlemeci, evrenselci, sekülerist, insan merkezci, pragmatist, güç ve iktidar odaklı sağ ve sol liberal varyantlı kutsallarını doğru ve derinlikli biçimde çözümleyememektedirler. Bu yüzdendir ki tüm karşıtlıklarına karşılık gelişen alternatif çabalar da sonuç alamamakta ve sistemiçileşmekten kurtulamamamktadırlar. Önder Abdullah Öcalan amaçlar kadar araçların da temiz olması gerekiyor der. Yani araçların amaca uygun olması ve ona hizmet etmesi gerekmektedir. Sistem dışına çıkma dahası sistem dışı düşünmek bakımından Theodor Adorno’nun şu ünlü sözü oldukça öğreticidir. Adorno, insanın belirlenmiş-yürünmüş yollara girmesi-yürümesi halinde o yolun kenarına inşa edilmiş köy ve kasabalara uğramaktan kurtulamayacağını söyler. Oldukça anlamlı bir diğer sözü de şöyledir Adorno’nun; yanlış hayat doğru yaşanmaz… Bu kilit sözler, alternatif bir yaşam ve eğitimin düşünülmesi ve geliştirilmesinin zihinsel-felsefi esaslarının döşenmesi bakımından oldukça önemlidir. Aydınlanma düşüncesinin bilgi yapısını oluşturan, verili akıl ve yöntemsel bilimin dışına çıkılmadığı müddetçe alternatif bilmelerin gelişebilmesi mümkün değildir. Önder APO, kapitalist modernist sistem ve aydınlanma düşüncesi bağlamında bilginin, bilgi-hakikat ikiliminden, bilgi-iktidar ikilimi ve ilişkisine dönüştüğünü belirtir. Theodor Adorno da bilginin iktidarla ilişkisi sadece uşaklıkla değil, hakikatle de ilgilidir der. Ve devamla bilgiye ve bilginin iktidarla ilişkisine dair şunları belirtir; çoğu bilgi eğer güçler ilişkisiyle orantılı değilse, biçimsel açıdan ne kadar doğru olursa olsun geçersizdir… Fransız düşünür ve sosyolog Michel Foucault da bilgi rejimleri formülasyonuyla bilgi iktidar ilişkisine dikkat çekmektedir. Foucault, bilginin her zaman iktidar/güç kavramlarıyla ilişkili olduğunu belirler ve bu ilişkiyi deşifre etmeye yönelir. Öyle ki bilginin hem oluşumu hem kullanımı hem de dolaşımı her zaman kaçınılmaz olarak bir rejim konusudur. Dolayısıyla bilgiden söz edildiği bir yerde sorulması gereken soruların başında, hangi bilgi rejiminin devrede olduğu ya da egemen olduğu sorusu gelmektedir. Buna göre bir yanda bilgi öte yanda iktidar kavramları kökten bir değişime uğratılır. Böylelikle nesnel ve tarafsız bilgi söylemlerini deşifre eder. Ki nesnel bilginin mümkün olmadığı, öznenin kaçınılmaz olarak gözlemlediği nesneyi etkilediği, öznenin bilgi sürecinin kaçınılmaz bir parçası olduğu, dahası bilgiyi şekillendirdiği gerçeği kuantum teorisi ışığında yapılan deneylerle ispatlanmıştır. Belirttiğimiz çerçevede kapitalist modernite ve aydınlanma düşüncesinin dayandığı bilgi rejimi doğru ve derinlikli çözümlemeden geçirilmedikçe gerek yaşam gerekse de alternatif eğitim arayışı bağlamında yol almak mümkün değildir. Günümüz eğitim sistemini gözlemlediğimizde bilgi-iktidar ilişkisinin çok boyutlu etkisi ve izdüşümleriyle karşılaşıyoruz. Eğitim, özü itibariyle toplumun, öğretmek ve geliştirmek eylemi yoluyla yetişme çağındaki mensuplarını hazırlama, bilinçlendirme, bilgi ve beceri kazandırmak daha da önemlisi, kendi bireyini toplumsallaştırma, bir diğer ifadeyle insanlaştırma çabası olarak varlık bulması gerekirken, doğa ve toplum karşıtı güç ve iktidar bağlantılı devletçi bir kuruma dönüşmüştür. Sözkonusu eğitimlerin devletlerin eliyle geliştiriliyor olması eğitimi gerçek toplumsal yapısından saptırmıştır. Mevcut eğitim sisteminde amaç toplumsallaşmak ya da bireyi toplumsallaştırmak değil, güç ve iktidara ulaşmak en nihayetinde ise devletlileşmektir. Verili eğitim sistemi kapitalist modernitenin en yaygın ve işlevsel kurumları olarak devlete bağlı, edilgen memur ve vatandaşlar yetiştirmenin yanı sıra, ulusal ve uluslararası düzlemde iş gören şirketlere diplomalı, becerikli işçiler yetişmektedir. Toplumu devlete ve kapitalist sisteme yönlendirmek ve toplum bireylerini devletçi kulvara sürükleyen, en başat ve etkili kurumların başında eğitim kurumu geliyor. Eğitim kurumu, toplum karşıtı bireyin sistematik biçimde yetiştirildiği yegâne kurumdur. Doğa ve topluma yabancılaşmak kadar devletlileştirmenin sağlandığı en etkili kurum konumundadır. Her şeyin metalaştırıldığı, kar ve kazanç nesnesine dönüştürüldüğü kapitalist modernite çağında, en büyük sermaye insandır. İnsana, kar ve kazanç getiren en verimli meta gözüyle bakılmaktadır. Verili eğitim sistemi rekabeti teşvik eden, dev bir organizasyon olarak kapitalist devletçi tekellere daha fazla kar ve kazanç getirebilecek becerikli insanlar yetiştirmeyi amaçlıyor. Bu organizasyonun esaslarından biri olarak varlığını sürdüren sınav sistemi rekabeti teşvik etmektedir. Sözkonusu sistemde elenenler toplumun aptalları olarak belirlenmekte, sınavı geçenler ise sistemin zeki çocukları olarak sistemin çarkını döndürmek üzere yola devam etmektedirler. Oysaki eğitimin amacı toplum bireylerini zeki ve aptallar biçiminde ayırmak değil, toplumun tüm fertlerini gerektiği sürece eğitmek ve toplumsal hayata katılmalarını sağlamak olmalıdır. Yanı sıra, bu organizasyon ile toplumu ve toplum bireylerini belirlediği kural ve bilgi kriterlere bağlı olarak devletçi alana çekerek ehlileştiriyor, böylelikle toplum ve toplum bireyleri üzerinde daha rahat ve mutlak bir kontrolü sağlamış oluyor. Toplumu eğitimin açık işlevi üzerinden umutlandırırken, tüm enerjisini yukarıda belirttiğimiz ‘eğitimin örtük işlevleri kapsamındaki’ emellerini gerçekleştirmek üzere kullanıyor. Kapitalist modernist sistem diğer yaşam alanlarında olduğu gibi temel toplumsal bir kurum olan eğitim kurumunu da alçakça emellerinin gerçekleştirmek üzere kullanıyor. Toplumsal amaç ve işlevlerinden saptırılmış eğitim kurumunun durumu böyleyken eğitimin anlam ve amaç bakımından sorgulanması hayati önemdedir. Ki temelde, eğitimin anlam ve amacı, yaşama biçilen anlama bağlı ve ona paralel gelişir. Ki zaten, modern çağ insanının bu kapsamda yaşadığı sorunlar sadece eğitim alanıyla sınırlı değildir. Tüm bu yıkım, sapkınlık ve yozlaşmanın temelinde, hayata dair yaşanan anlam yitimi yatıyor. Yaşamın anlam ve amacı sorusu modern çağ insanının en çok yabancılaştığı, aklına dahi getirmekten kaçındığı soruların başında geliyor. Anlamın unutulması ve yaşamın dışına atılmasında güç ve iktidar odaklı kurgulanmış olan araçsal akıl, bilim ve hakim bilgi kuramlarının rolü belirleyicidir. İşin en vahim yanı ise anaokuldan üniversitelere kadar tüm eğitim ve öğretim kurumlarında, güç ve iktidar odaklı bu araçsal akıl ve bilim metodu baz alınmaktadır. Bu yönlüye güç ve iktidar odaklı ilişki ve düşüncenin gelişmesi kadar, anlam yitiminin en derin haliyle yaşandığı ve yok edildiği yer, zihniyetin sistematik olarak inşa edildiği alan olarak eğitim ve öğretim kurumlarıdır. Ki verili okulların ve okullu olan nesil ve ailelerin okula biçtiği misyonun içinde yaşama, yaşamın anlamına dair en ufak bir belirti kalmamış gibidir. Gelişme aşamasındaki toplum bireyleri okul, bilgi, diploma bağlamında kapitalist devletçi algı ve ilişkilerin içine çekilmekte, en nihayetinde ise daha iyi şartlarda yaşamak umuduyla maddi yaşam bağlamında belli imkanlara ulaşmak amaçlanmaktadır. Yaşamın anlam ve amacına dair derin bir sorgulama ve anlamlandırma çabası gelişmeden, nasıl bir eğitim sorusuna da doğru anlamlı bir yanıt geliştirilemez. Ki anlam yitimi, salt eğitim kurumuyla sınırlı bir durum olmayıp, modern çağ insanı ve toplumunun yaşamın tüm alanlarında, yaygın ve derinlikli biçimde yaşadığı bir durumdur. Onca bilgi ve teknolojik gelişmeye karşılık, günümüz insanının ve toplumunun yaşadığı bu ağır yıkım ve anlam yitimi, derinlikli bütüncül felsefi sorgulamanın hayati önemde bir gereklilik olduğunu ortaya koyuyor.
Bu durum ise, en temelde varlık-değer, varlık bilgi ve bilgi ile değer arasında yaşanan kırılmayı ve kopuşu ortadan kaldırmayı gerektiriyor. Söz konusu kopuş ve kırılma giderilmeden özne-nesne, ruh-beden, insan-doğa, birey-toplum, kadın-erkek vb. arasındaki kopukluk ve karşıtlıklar var olmayı sürdürecektir. Zihniyet ve ilişki tarzı itibariyle varlık-değer, bilgi-değer ve bilgi-varlık ilişkisindeki kırılmanın.....
Sınan Şahin